N'olur arama İbrahim ağabey

Bugün Amerika yıkılsa Millî Gazete'yi ilgilendirmez. Bugün 3. Dünya Savaşı çıksa Millî Gazete'ye haber olamaz. Bugün Milli Görüş Lideri, Rahmeti Rahman'a kavuştu. Bütün sayfalarımızı deviriyoruz. Ekonomi, aktüalite, siyaset, aile, kültür, spor, reklam, köşe yazıları... Sayfaların hepsi iptal. Erbakan Hocamız'ın sadece tek fotoğrafları kullanılacak ve yanında ikinci bir kişi olmayacak.

N'olur arama İbrahim ağabey
 O güne kadar hiçbir telefonu böylesine korku dolu duygularla açmamıştım. Yüreğe öyle bir ateş düşmüştü ki, tasviri imkânsız.

Bir 27 Şubat sabahı ve günlerden Pazar.

Fatih'teki Dar'ül-Hikme'deyim.

İstanbul AGD'li kız öğrencilere o dönemin şahidi bir gazeteci olarak 28 Şubat sürecini ve Erbakan Hocamızı anlatıyorum. O günlerin yükselen ateşini, donduran soğukluğunu, sürecin çalkantılarını, sanal figürlerini, oyunun piyonlarını geçmiştim. Erbakan Hocamıza bunların neden yapılmak istendiğini, O'nun 'asrı değiştiren' mücadelesindeki kutlu yürüyüşüne gelmiştim.

Tam da Hocamızı anlatmaya başlamıştım ki; titreşim modundaki telefonum çalmaya başladı. Arayan 'Titiz'di.

İşte o an yüreğe ateş düştü.

Çok değil sadece 1 saniye içinde o ateş bütün benliği sarıverdi. Günlerden Pazar, saat de henüz 10.00 suları. Erbakan Hocamızın emriyle İstanbul'a gelmiş ve O'nu hastanede bırakmıştım. Biliyordum ki; yıllarının neredeyse her anını Hocamın dizi dibinde yaşamış İbrahim Titiz ağabey arıyorsa eğer mutlaka ama mutlaka çok önemlidir. Ve o mutlaka şuan yine Hocamızın yanı başındadır.

Konuşmaya ara verdim ve müsaade istedim: "Bu telefona bakmalıyım, özür dilerim".

Telefonu korkuyla açtım. Açar açmaz anladım ki, ateş sadece bu yüreğe düşmemiş. İbrahim ağabey, biçare bi sesle selam verdi, selam aldı.

-"Mustafam", dedi... "Hocamız yoğun bakıma girdi. Çok çok dua edelim n'olur. Ama her an takdir-i ilahinin tecellisi haberini alabiliriz, hazırlıklı ol."

Ne yapacağımı şaşırdım. İbrahim ağabeye cevap verip vermediğimi bile hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, üç-beş dakika oturduğum yerde öylece kalışım. Yüreğimdeki ateş daha da alevlenmiş; o alev çaresizliğim olmuştu. Nihayet başımı kaldırdığımda; üniversiteli kız kardeşlerimin yüzünde 'ne olup bittiğini anlamaya çalışmanın şaşkınlığını' gördüm. Ağlamaklıyım... Gazete'ye gitmem gerektiğini söyleyip, Hocam için dua etmelerini istedim.  Salondan çıkarken için için ağlıyorum.

Kendimi arabaya atar atmaz, ilk işim Ankara Büromuz'dan arkadaşlarımı aramak oldu. Sonra da İstanbul'daki mesai arkadaşlarımı, ağabeylerimi arayıp herkesin gazeteye gelmesini istedim. Bütün bunları yaparken arabam gazeteye doğru yol alıyor ama aklım da yüreğim de Ankara'da. Ankara'yı gösteren 'yeşil tabela'yı görünce önce direksiyonu kırmak istedim. Ama Hocam geldi aklıma. Biliyorum kızardı; "İşinin başında niye değilsin, görev varken neden buradasın" derdi kesin.

Gazeteye vardım. Hafta sonu iznini yapan arkadaşlarımız da gelmeye başlamıştı artık. O gün telefonum bir daha çalsın istemiyordum, ama her zamanki gibi hiç susmuyordu.. Her çaldığında korkuyla bakıyordum telefonumun ekranına. Ekranda 'Titiz' yazmayınca rahatlıyordum.

"N'olur arama İbrahim ağabey".

Ama aradı...

Açmak istemiyorum canım ağabeyim. "Arama n'olur".

Telefonumun ekranında ikinci kez 'Titiz' yazıyor.

"Sen büyüksün ya Rabbi!"

Açtım telefonu...

Ağlıyor İbrahim ağabey hissettirmeden; titrek sesle 'Mustafam', deyişinden belli.

Okudu o ilahi kelamı: "İnna lillahi ve inna ileyhi raci'un"

- Hocamız Hakk'ın rahmetine kavuştu Mustafam...

Metin olmalıydım. Nermin annemiz Hakk'a yürüdüğünde O'nun olduğu gibi metin olmalıydık. Yarın Milli Gazete Erbakan Hocamıza layık çıkmalıydı. Hemen Yazıişleri'ndeki arkadaşlarımızla acil bir toplantı yaptık:

-Bugün Amerika yıkılsa Milli Gazete'yi ilgilendirmez. Bugün 3. Dünya Savaşı çıksa Milli Gazete'ye haber olamaz. Bugün Milli Görüş Lideri, Rahmeti Rahman'a kavuştu. Bütün sayfalarımızı deviriyoruz. Ekonomi, aktüalite, siyaset, aile, kültür, spor, reklam, köşe yazıları... Sayfaların hepsi iptal. Erbakan Hocamız'ın sadece tek fotoğrafları kullanılacak ve yanında ikinci bir kişi olmayacak.

Odama geçtim. Ağlamak istiyordum artık. İçten içe değil, hıçkırarak. Eşimi aradığımda tutamadım kendimi. Ağladım, ağladım, ağladım...

Kolay değildi, yepyeni bir gazete yapacaktık. Hocamıza özel, O'nun irtihalini tarihe kazıyacak bir gazete. Hem çok hızlı olmamız gerekiyordu, hem de çok titiz. Yazıişleri, arşiv, dağıtım, reklam ve tabi Ankara Bürosu... Herkes seferber oldu Hocası için. O, hastanedeydi ama ne camiamız ne de gazetemiz bu habere hazırdı, hazırlıklıydı. Böyle bir habere nasıl hazır olunabilir ki!...

Bir taraftan operatörlerimiz yeni bir gazete şablonu oluşturulurken, diğer taraftan da Abdülkadir Türker ağabeyimiz manşet çalışması yapıyordu. Zaman akıyor, sayfalar tek tek bağlanıyordu.. Ve sıra en zor olana, manşete gelmişti. Milli Gazete, Erbakan Hoca'nın vefatını nasıl verebilirdi ki! O'nun yokluğu nasıl anlatılabilirdi ki! Yarın herkes Hoca'sının gazetesine bakarken, gazetesi Hocası'nın vefatı için ne diyebilirdi ki!...

O, 85 yıllık ömrünün her anını Allah rızası için yaşamış, attığı her adımı Allah'ın rızası için atmıştı. Fırtınalı hayatının hiçbir virgülünde, hiçbir noktasında, hiçbir durağında  Yaradan'ından başka herhangi bir güçten asla medet ummamıştı. Sadece Allah'a güvenmiş, sadece Allah'a teslim olmuş ve sadece O'ndan yardım istemişti. Batılda zirve olmak mı asla! O sadece Hakk'da zerre olmayı tavsiye etmişti. Dünyaya hiç meyletmemiş, istikametini sadece ahirete kilitlemişti. Karalamalara, yaftalara, itham ve iftiralara aldırış etmeksizin dünyalık her şeyi elinin tersiyle geri çevirmiş; yeri geldiğinde de bedeli hep O ödemişti. Hakk davasının hem lideri hem de eri olmayı tercih etmişti.  İlkeleri vardı. Hedefleri vardı. İnsanlığın saadeti için 'Adil Düzen'i ve 'Yeni Bir Dünya'sı vardı. Belki aramızda olmayacaktı ama; yaptıklarıyla, ilkeleriyle, hedefleriyle, bıraktığı şuurla, Hakk davasıyla hep yaşayacaktı.

Milli Gazete'nin en zor günüydü. En zor dakikalarımızdı. Yayın odamızda acılar şimdilik kalplere hapsedilmişti adeta. Üstad, tam 40 başlık çalışmıştı. Hepsi tek tek okundu. Manşetimiz belli olmuştu: Hicretin Kutlu Olsun.

Bu üç kelime yan yana gelince çok güzel durduğu için seçilmemişti. Hicret ayrılık değil, aslında varıştı. Hicret kopuş değil, buluşmaydı. Hicret ölüm değil, hayattı.

"Hicretin Kutlu Olsun" derken, kavuşmayı, buluşmayı murad ettik.

"Hicretin Kutlu Olsun" derken, dosta düşmana Hocamızın hedeflerine, mirasına dört elle sarılacağımızın ilanını yaptık.

"Hicretin Kutlu Olsun" derken, Hocamızın ömrünü adadığı Hakk davasının ilelebet süreceğini haykırdık.

"Hicretin Kutlu Olsun" derken, rızası için hapisler yattığı, yasaklar gördüğü, bedeller ödediği, çileler çektiği Cenab-ı Allah'a vuslatını, o bayram gününü muştuladık. Bu hicrete siyah bir zeminin değil, cennet yeşilinin layık olacağını düşündük.

"Hicretin Kutlu Olsun" derken, kendi yüreğimize de sabır merhemi çaldık.

Mustafa Kurdaş

(Millî Gazete Genel Yayın Yönetmeni)

Kaynak:  //www.milligazete.com.tr/haber/n-olur-arama-ibrahim-agabey-231284.htm 

SİVİL HABER

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER

banner309

banner225

banner209