Sivil Haber
2013-02-10 08:33:18

MEHDİYET PROGRAMI: SÜNNET-İ SENİYYE -1-

Ahmet Edip Taş

ahmetediptas@yandex.com 10 Şubat 2013, 08:33


Aziz okuyucu kardeşim, bundan evvelki iki yazımızda Mehdiyet konusunu ahirzaman perspektifi içinde kaleme almıştık. İçinde bulunduğumuz bu perspektifte Hz. Mehdi’nin ve onun mümessili olduğu icraat programının akla ve adetullaha uzak olmadığını hatta zamanın ihtiyaç lisanıyla Hz. Mehdi’yi bağıra bağıra istediğini ortaya koymaya gayret etmiştik.
Yıkan neyi yıkmış ki yapan neyi yapacak? Hicri 14 ve 15 asırlar Miladi 19-20 asırlar İslamiyet’in inkıraz ve yıkım dönemi olmuştu. Ümmetin son devleti çökmüş, kendisi paramparça, heybeti gitmiş, rüzgarı kesilmiş bir vaziyette yeni bir ümid, yeni bir doğuş olmadan on yıllar hatta bir yüzyıl gelip geçmiş bir hal. Daha doğrusu bir “hal-i perişan” bir manzaray-ı viran! Va esefa! Va hasreta!
Ümmetin “hal-i perişanında” kendini gösteren bu manzaranın viraneleri içinde akıl ve fikir gezinirken binbir sual bir sualin içinde düğümlendi kaldı. “Yıkan neyi yıkmış, yapan neyi yapacak?” Yapanın neyi yapacağını bilmek, şüphesiz yıkanın neyi yıktığını bilmekte saklı. İmam-ı Rabbani’nin buyurduğu gibi “iman, küfrü tanımaktır”. Süfyanı, Deccalı tanımadan Mehdiyi bilmek ne mümkün! Bu manalar çerçevesinde yıkılanın ne olduğunu hayalimde taharri ederken aziz hocam Muhammed İbrahim Hızır’ın bulunduğum son sohbetinde açtığı bir konu şimdi tahkik edeceğimiz konuyu sundu bize. Üstadımız bize, “terkedilen ve unutulmuş sünnetleri” soruyordu. Bizler meselenin derunundan uzak bir şekilde Üstadımızın sualine cevaplar vermeye gayret ederken hatıra aşağıdaki hadis-i şerif geldi.
من تمسک بسنتی عند فساد امتی فله اجر ماة شهید
Yani: “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir”
Şehid malumunuzdur ki dini muhafaza ve müdafaa etme yolunda canını fisebilillah verenlere denir. Yüz şehid ne demek? Sünnet-i seniyyeyi muhafaza etmek şahsi bir kemalatın ve sevaplı bir ibadet olmanın ötesine geçerek “şehid sevabını” hem de “yüz şehid sevabını” nasıl insana kazandırabilir? O halde “sünnet-i seniye” dini muhafaza ve müdafaa etmek anlamına mı geliyor? Bu önemi nerden kazanıyor? “Fesad-ı Ümmet” zamanı ne zamandır? Ahir zaman dinin ve ümmetin en fesada uğradığı zaman değilmidir? O halde İslam’ın muhafazası ve müdafaasında sünnetin rolü nedir ve Mehdiyet programı içinde yeri nedir? Bu münasebetle soruları daha da arttırmak mümkündür. Bütün bu soruları en baştaki sualimize bağlayarak tekrar edelim. “Deccaliyet neyi yıkmış, Mehdiyet neyi yapacak?”
İslamiyetin intikal vasıtalarını üç grupta toplamak mümkündür.

1- Yazılı Kaynaklar yani en başta yazılı kaynakların alfabesi olan Hatt-ı Kur’an.

2- Örf ve an’ane haline gelmiş tevarüs ve ırsiyet kanalıyla nesilden nesile aktarımı sağlayan kılık, kıyafet, adab-ı muaşeret ve İslamiyete alamet olan şeairler.

3- Kurumsallaşmış unsurlar halinde dinin taşıyıcısı ve koruyucusu olan tarikatlar.



FERT PLANINDA DİNİ KORUYUCU BİR DEĞER OLARAK SÜNNET-İ SENİYYE

Deccaliyetin sebep olduğu yıkımın boyutlarını anlamakta ele alacağımız ilk kısım “ferd=birey” planıdır. Biz konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için en alttan en yukarıya doğru bir seyir takip etmeye çalışacağız ancak Deccaliyetin icraat seyri bunun tam tersine yukarıdan aşağıya ve “topyekun” mantığıyladır. Bu nokta gözden kaçmaması gereken noktadır.


İslamiyet “ferdin” terbiyesine çok ehemmiyet vermiştir. Ancak bu terbiyeyi “ferde” verirken onu “ferdiyetçi=bireyci” yapmaz. Zaten terbiyenin maksadı ferdi bu bireycilik çukurundan kurtarmaktır. Kainatın ve eşyanın merkezine kendi nefsini koyan, hayatı haz almaktan ibaret sayan ve bunun için ahlaksızlaşan, zalimleşen ferd prototipi Deccaliyetin ürettiği bir tiptir. “Kent yaşamı”, “modern yaşam” diye yaldızlı kelimelerle isimlendirilen ferdiyetçi yaşam biçiminde arkadaşlıklar nefsani ve hayvani zevklerin etrafındaki kümeleşmelerden başka bir şey değildir. Bu tarz bir birey yaşamının içinde yaş ve ilim katmanlarına göre bir “büyük küçük sistemi” olmadığından bunun neticesi olarak “büyüğe saygı, küçüğe sevgi” diye bir his=duygu dünyaları da yoktur. Böylesi bir hayatta haliyle komşu da yoktur, akraba da yoktur. İçtimai rabıtalar bu hayatın bireyleri için bir şey ifade etmediği gibi bu bağlara karşı onlarda gelişen sadece düşmanlıktır, alaycılıktır.

Böylesi bireyci fertlerin oluşturduğu toplumlarda kadın; kadınlığı erkekleşme yönünde kışkırtılmış, her alanda erkekle yarışmaya kalkan ve kendi kimliğini cinselliği etrafında şekillendiren sürekli dominant olma derdinde, bütün fıtri özellik ve meziyetlerinden sıyrılmış garip bir mahluktur. Böylesine fıtratına zıt yönde yaşamak zorunda bırakılmış kadın haliyle bunalımlardan yoğrulmuş bir perişanlığın içerisindedir. Yine böylesi bir toplum hayatı içinde erkek; aileden ve her türlü sorumluluktan azade bir şekilde bir ucu “maçoluk” bir ucu “metroseksüellik” denilen şehvet, zevk ve lüksten ibaret sapkınlıkların içinde yuvarlanan bir “recul-i facirdir”. Fısk ve fücuru için imkan bulamadığında alçaklaşır, hırsızlaşır, imkan bulduğunda gaddarlaşır, zalimleşir.

Müslüman toplumda ferd hayatının iki önemli ayağı olan kadın ve erkek bu hale basit bir yozlaşma süreciyle gelmemiştir. Sünneti seniyyenin “tarz” olarak bir anda hayattan çekilmesinin sonucudur bu. Sünnet-i seniyye hayatın bütününü ve her anını kapsayan bir hayat tarzıdır. Bu o kadar hayatı kapsamıştır ki bu kapsamanın tabii bir sonucu olarak örf ve ananeler teşekkül etmiş ve sünnet içinde ifadelendirilen ahlak normları toplumun kendi ifadesi haline gelerek eskilerin tabiriyle “darb-ı meseller”, yenilerin tabiriyle de atasözleri olarak pratik ifadeler ve formüller haline gelmiştir. Bu derecede ferd hayatında içselleşmiş, bünyeleşmiştir. “En hayırlınız odur ki…” şeklinde başlayan hadis-i şerifleri alt alta sıraladığınız takdirde ferdin hayatını tamamen şekillendiren güzelliklerin kaynağını görmüş olursunuz. Yemek içmekten tutunda günlük hayatın her anında sıradan insani hal ve hareketleri mesela tuvalet adabını mesela yürüyüş adabını mesela selamlaşma adabını mesela eve girmek, evden çıkmak, vedalaşmak, mesela ikili ilişkileri düzenleyen karşılıklı alışveriş, muhabbet, sohbet adaplarını hulasa aklınıza ne gelirse ferdi, hayatın her anında şekillendiren, geliştiren ve mükemmelleştiren o muazzam sistem “sünnet-i seniyyedir”.

Evet Sünnet-i Seniye, edebdir, hayat tarzıdır. Hiçbir mes'elesi yoktur ki, altında hayatı şekillendiren bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Sallalahu aleyhi vesellem buyurmuş ki: اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى Yani: "Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş." Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat'iyyen anlar ki: Edebin bütün çeşitlerini, Cenab-ı Hak Habibinde cem'etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder. بِى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer. İslam’a göre yaşamayı şekilcilik veya modernizmi, batı adabını (yani edepsizliği ve ahlaksızlığı) matah bir şey zanneden ahmakların kulakları çınlasın. İslama göre yaşamayı “şekilcilik” diye itham edenlerin benimsedikleri; kottan, tişörtten ibaret üçüncü dünya kökenli etnik toplulukları gerçek Avrupalılardan(kravatlı, takım elbiseli) ayrı tutmak için geliştirilen giyim ve yaşam tarzını yani “şekilsizliği ve zevksizliği” seçenlerin İslam için, sünnet için konuşacakları hiçbir şey olamaz.

Deccaliyetin hayatımızdan işte neyi götürdüğünü varın siz tahayyül edin. Giden hayatımızın ve tarzımızın tamamıdır.

Hayatımızın tamamen dışına çıkarılan “sünnet-i seniyenin” sonucunda kaybettiğimiz sadece bizi insanlaştıran, mükemmelleştiren şeklimizi kaybetmekten ibaret değil elbette.

Hayat tarzının üst planı olan “hissediş, kavrayış, anlayış, bakış tarzımızda” değişen hayatla birlikte değişmektedir. Bütün “ruhi ve akli melekelerimiz” bu şekilsiz ve edepsiz hayatın sonucunda körelmekte ve değişmektedir. Dikkat ediniz, İslami hayatı sadece farzlarla sınırlı olan Müslümanların dahi “zevk, hissediş, anlayış” kimyaları tamamen bozuktur. Sünneti dışlayan bir hayatı yaşayan insanlar zevk olarak, anlayış olarak İslami olan herşeye karşı yabani ve Fransız haldedir. Kur’an tilaveti, ilahiler, naatlar ve hepsinden öte Zikrullah kulak ve kalblerine tesir etmemekte ve ruhlarına sıkıntı vermektedir. Kainat manzaralarına bakarken gözlerine ve ruhlarına dolan “lahuti bir hayranlık” değildir. O sebeple nazarlarını zehirleyen fuhşiyat manzaraları daha cazip ve zevkli gelir. Gözleri nefislerinin aşağılık bir kavvadı olur. Nefisler gibi öteki zahiri duygularıda (yani görme, tatma, işitme vs) emmareliğin dibine vurur. Pespaye ve şehvani gürültülerden ibaret olan şarkılar kulakları; klipler, filmler, yalancı oyunlar gözleri, dimağları, kalpleri istila eder. Haliyle böylesi istila altında olan letaif ve duygularda zikire, ibadete, amel-i salihe ne takat ne heves kalır.

Batının, modernizmin istilası altında olan kalp, muhabbeti kaybeder. Çünkü insan neyi yaşayabiliyorsa muhabbeti dahi onadır. Sünnet-i seniyeyi yaşamayan insanın Allah Resulunun Aleyhisselatu vesselam tarzını amel edinemediğinden O’nu Aleyhisselatu vesselam sevmesi gerçekte mümkün olmaz. O’nu sevmesi mümkün olmadığı gibi İslam’a ait her hangi bir şeyi sevmesi de mümkün olmaz. Çünkü muhabbet ile ittiba arasında olmazsa olmaz derecesinde Allah tarafından konmuş bir bağ vardır.

قل ان کنتم تحبون الله فاتبعونی یحببکم الله

Bu ayet-i celileyi tefsir ederken Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyuruyor: “Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habîbullah'a ittiba' edilecek ittiba edilmezse, netice veriyor ki: Allah'a muhabbetiniz yoktur. “Muhabbetullah varsa, netice verir ki: Habibullah'ın Sünnet-i Seniyyesine ittiba'ı intaç eder. Evet Cenâb-ı Hakk'a îman eden, elbette Ona itaat edecek ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şüphe Habibullah'ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur…” Evet kısa ve öz! Allaha muhabbetiniz varsa Resulullah’a ittiba edilecek! İttiba yoksa muhabbette yoktur. İşte bu muhabbet sünnet-i seniyye yaşanmadığı takdirde yok olma noktasına kadar gidebiliyor. Bu “muhabbet” öyle bir şey ki geri kalan duygular rengini ve zevk şeklini tamamen bundan alıyor. İttiba ile neyi taklid ediyorsak doğal olarakta onun sevgisi içimizde yeşeriyor. Halep ordaysa arşın burada! Haydi yaşanan hayatları bu ölçülerle kıyas edelim. Neyi yaşıyoruz? Neyi yaşıyorsak neyi de seviyoruz kolaylıkla anlayalım.

Giyim kuşam zevkimizden tutun da günlük hayatımızın geçtiği evlerimizin mefruşat tarzına bir bakalım. Çünkü sevdiğimiz her şeyin teşhir alanı, gösterilme yeri evimiz ve hayatımızdır. Bu dediğimiz noktayı iyi anlamamız için hayali bir örnek verelim. İstanbulun muhafazakar bilinen bir semtinden mesela Başakşehir’den vasat bir Müslümanın evinin çatısının kalktığını varsayalım. Ve yine İstanbul’un gayr-i muslimlerle dolu Taksim’inden vasat bir Rum vatandaşın evinin çatısının kalktığını varsayalım. İki evi tepeden inceleyelim. Tuvaletinden tutun mefruşatına kadar aynı düzenlenmiş, israfın ve lüksün zirvesinde koltuklar, takımlar, lcd televizyonlar, tıklım tıklım dolu gardroblar, senede bir defa dahi lazım olmayan ve hiç kullanılmayan vitrin dolusu eşyalar, bilmem kaç kişilik yemek takımıyla yenilen yemekler vs. İkisini birbirinden ayıran şey belki duvarda asılı revaklı ayet tablosuyla, ötekinin duvarında asılı bir nü tablodur. Kılıklar aynı, tarzlar aynı, hayatlar aynı, mekanlar aynı, o mekanda akıp giden hayatlar aynı. Varın gerisini siz anlayın. Elbette hisler, anlayışlar zevklerde aynı olacak. O sebeble böyle bir hayatın Müslümanı olan ferd, dinine ne kadar sahib olacak? Elbette çarşaflı kadına böceğe bakar gibi bakacak, sarıklı cübbeli Müslümana gerici diye bakacak, vatanı ve namusu için kafire karşı cihad eden Müslümana terörist diye bakacak, İslamın adabını görgüsüzlük diye görecek. Birahaneye, meyhaneye, kerhaneye hoşgörü ile bakacak, camiye, medreseye sıra geldi mi “hala mı bunlar” diye burun kıvırıp “günah işleme özgürlüğünden” dem vuracak.

Sünnet-i seniyeden soyutlanmış bir İslami hayatın, ferd planında ne derece mümkün olabileceğini aziz okuyucunun takdirine ve ferasetine bırakalım artık!

Mehdiyetin ferd planında insaniyeti ihya programı sünnet-i seniyeden başka bir şey değildir. Zira Deccaliyet İslam toplumunda ferdi=bireyi hayat olarak sünnet-i seniyeden tecrid etmekle bozabilmiş ve bitirebilmiştir. İslamiyetin görünen ve yaşanan tarafıdır sünnet-i seniye. Fakat Deccaliyet İslamiyeti hep vicdanlara gömmeye gayret etmiştir. Yani İslamiyeti hayat olmaktan çıkarıp “inanç” denilen ne idüğü belirsiz bir keyfiyetsizliğe mahkum etmeye çalışmıştır. Halbuki görünmeyen şey yok hükmündedir. Bu gerçeği iyi bilen Deccaliyetin alimlerinin(!) son dönem gayretleri tamamen bu noktaya odaklanmış vaziyette. İslamiyeti ayakta tutan ve bir asırdır “terk edilerek” hasara uğratılmış “sünnet ve hadis” sütunu şimdi de akide planında “terk ettirilerek” İslamın binası yıkılmak istenmektedir. Bu cihette yapılan faaliyetler yazık ki bu aşamaya ulaşmış vaziyettedir. Sünnet-i seniyenin önce şeair kısmı yıkılmış, ardından ferd hayatından çıkarılmıştır. Bu yıkım İslama yapılan mazinin haçlı seferlerinden daha tahripkar ve daha fecidir.

Evet Üstadımız Muhammed İbrahim Hızır’ın farkettirdiği “sünnet-i seniyenin terkedilmişliği ve unutturulmuşluğu gerçeği” bizim ifade edebileceğimizin çok ötesine varmıştır. Yazımızın hacmi maalesef sadece konumuzun öteki kısmını bir sonraki makalemize bırakmamızı gerektirecek noktaya ulaştı. Mehdiyetin ana programını gene hayattan ve toplumdan hareketle yaptığımız analizle ortaya koymaya gayret ediyoruz. Böylece “sünnet-i seniyenin” Mehdiyetin ihya hareketinde ana program olduğu gerçeğini daha iyi farkedebilmemiz ve gereken önemi verebilmemiz gerekiyor.


Sünnet-i seniyenin ferd planında dini nasıl koruduğu kısmına burada nihayet verip toplum ve akide planında sünnetin koruyuculuğu kısmını bir sonraki makalemize bırakıyoruz. Ve minallahi tevfik














Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.