Barhal’da 7 Gün

Nasıl geçtiğini anlayamadığımız bir kaç günlük Barhal rüyasından ne yazık ki uyandık ve gidişimiz kadar çetrefilli yollardan dönerek gerçek dünyaya geri döndük. Barhal’da geçirdiğimiz 7 gün boyunca Toplam 715 fotoğraf çekmişim. Aslında en başından beri aklımda uzunca bir gezi yazısı yazmak vardı, fakat şimdi bunun mümkün olmadığını görüyorum.

Barhal’da 7 Gün

 Barhal’da 7 Gün


Nasıl geçtiğini anlayamadığımız bir kaç günlük Barhal rüyasından ne yazık ki uyandık ve gidişimiz kadar çetrefilli yollardan dönerek gerçek dünyaya geri döndük. Barhal’da geçirdiğimiz 7 gün boyunca Toplam 715 fotoğraf çekmişim. Aslında en başından beri aklımda uzunca bir gezi yazısı yazmak vardı, fakat şimdi bunun mümkün olmadığını görüyorum.

Düzenli bir yazı yerine yolculuk boyunca çektiğim fotoğraflardan rasgele bir kaç tanesine çekilme sırasına göre yer vereceğim. Belki bu yazıda üzerinden çok kısaca geçeceğim detaylar ile ilgili ayrı yazılar yazarım fırsat bulduğumda, bilemiyorum. Zira bu yazıda göreceğiniz fotoğrafların bir çoğu başlı başına birer yazı konusu olabilir aslında (yüklenme süresi uzun olmasın diye kaliteyi mümkün mertebe düşük tuttum, üzgün ve süzgünüm).

Yolculuğumuz şanssızlıklarla başladı esasında. Yolumuzdan fırtına eksik olmadı. Öyle ki New York’ta pistte hazır bekleyen uçağımıza, gideceğimiz yöndeki fırtına sebebi uçuş izni verilmeyince hep beraber 4 saat boyunca uçağın içinde öylece oturduk. Tüm uçak daha yolculuk başlamadan turşu olmuştuk. Ki biz hali hazırda Duygu ile New Orleans’tan Houston’a kadar 6 saat direksiyon sallamış, oradan da rötarlı bir şekilde New York’a uçmuştuk zaten. Dolayısıyla uçakta turşu olmak konusunda en birinci muhtemelen bizdik.

İstanbul’da uçaktan indikten sonra apar topar otobüsle Ankara’ya geçtiğimizde doğru düzgün uyumadan yollarda geçirdiğimiz süre artık 44 saati bulmuştu. Ertesi sabah da Araba ile Ankara’dan ayrılıp Artvin yoluna düşecektik. Aklı başında olan herkes “bir gün dinlenip öyle gitsenize” diyor, ben ise bizimkiler yumuşayacak gibi olup “hakikaten öyle mi yapsak acaba” dedikçe bütün gücümle “olmaz, en kısa sürede Artvin’de olmalıyız” diyordum.

Ankara’dan erken sayılabilecek bir saatte, -benim planlarıma göre ise 3 saat gecikmeli olarak- yola çıktık. Bu 3 saatlik gecikme sebebi ile artık uykumuz gelip de araba kullanamaz hale geldiğimizde Trabzon dolaylarındaydık ve mecburen Trabzon’da konakladık. Trabzon’da konaklamayı katiyen istemiyordum ve bunun iki sebebi vardı. Birincisi, Trabzon kalabalık bir şehir olduğundan yer bulmakta sıkıntı çekecektik (nitekim öyle oldu), ikincisi ise Sümela Manastırı’na, Ayasofya Müzesi’ne, Uzungöl’e ev sahipliği yapan Trabzon’da insanlar kolayca asıl amacımızı unutup “onu da görelim, bunu da görelim” demeye başlayabilirlerdi (nitekim öyle oldu). 6 kişilik kafilenin %66′sı Sümela Manastırı’nı görmek istediği için Artvin’e doğru yola çıkmadan evvel manastıra gitmeye karar verdik. Fakat çok erken gittiğimiz için manastır kapalı idi. Sadece manastıra kadar yürüyüp geri dönmüş olsak da bu 3 saatlik rötar boşa gitmedi ve yolculuğun benim açımdan en tatlı taraflarından birisi olan, pek az zaman geçirebildiğim kız kardeşimin manastır yolunda çektiğim bu fotoğrafı yanıma kâr kaldı.

Artvin’e Karadeniz Otoyolu’ndan gidiyorsanız Borçka-Artvin arasında aşağıdaki müthiş yerden muhakkak geçiyorsunuz. İnanılmaz bir manzara. Bu arada sağ tarafta görünen kamyonlar vadinin derinliği ile ilgili bir fikir verirler sanırım:

Daha önce de başıma geldi: Trabzon, Rize, Arhavi, Borçka gibi insanı yeşil manyağı yapan güzide il ve ilçelerin ardından Yusufeli yoluna sapmak ilk kez gelenler için büyük bir hayal kırıklığı yaratabiliyor. Çünkü Artvin-Yusufeli arasında uzun bir süre yeşilin emaresine rastlamak mümkün değil. Her yer -çokafedersiniz- taş, kaya. Arabada insanların suratları asılıyor, “aslında çok güzel yerlerden de geçtik… Dönsek mi acaba Meren’cim?” der gibi bakıyorlar. Ben ise Yusufeli’ni geçip de Altıparmak (Barhal) yoluna girince herkesin yeniden camlara yapışacağını bildiğim için kararlı bir şekilde ilerliyorum.

Ankara’dan yola çıktıktan bir buçuk gün (32-33 saat) sonra vardık Barhal’a. Hem çok yorgun olduğumuz hem de Barhal’a biraz geç vardığımız için hiç bir yere çıkamadık ve kendimizi içi müthiş insanlarla dolu olan Marsis Otel‘in misafirperverliğine teslim ettik. Bu arada aslında asıl amacımız köydeki evimizde kalmaktı. Fakat kışın kar sebebi ile çatı zarar gördüğü için evin içine su girmiş olması, evde elektrik olmaması gibi problemler varmış. Herkes birlik olup bizi 3-5 günlük Barhal ziyaretimizi ev ile ilgili problemler yüzünden zehir etmemeye ikna ettiği için tüm vaktimizi Marsis Otel’de geçirdik.

Ertesi gün uyandığımızda benim ilk hedefim Doleys’e gitmekti. Fakat çok şanslı olduğumuz için bir Arifana’ya denk gelmiştik ve katılmak üzere Cateller’in yaylası Samceliyat’a gitmeye karar verdik (Arifana, Artvin yöresine ait bir piknik eğlencesi, birisi çıkıp sürüsünden bir hayvan kesiyor, erkekler bir araya gelip eti pişiyor, yanına pilav yapıyor, hep beraber yenilip içildikten sonra horon oynanıyor, hep birlikte şarkılar söyleniyor).

Samceliyat benim çocukken kaldığım, sabahları Satibe’ye öküzleri çıkardığım, ot taşıdığım bir yer. Hatta burada benim ailemin de -şimdi bakımsızlıktan yıkılmış olan- bir yayla evi vardı. Olay mahalli uzaktan şöyle görünüyor:

Vadinin Samceliyat tarafına geçince Amanesket tam karşıda kalıyor. Duygu’ya bakıyorum, son derece keyifli, elinde kamerası ortalığı çekiyor.

Yemek faslının ardından bir usta tulum çalmaya başlıyor. Tulum Artvin ve Rize taraflarında bolca çalınan nefesli bir halk çalgısı, Türkçe kaynaklarda İskoç’ların gaydasının atası olduğu söyleniyor, hatta Roma’lılar tarafından Anadolu’dan Avrupa’ya taşınmış.. Bilemiyorum. Fakat gayda ile tulumun sesi neredeyse aynı, arada bir bağ olduğu kesin.

Tulumun sesinin duyulması ile insanlar bir araya gelmeye başlıyorlar. Bir noktada tulumcu ortaya alınıyor ve horon başlıyor. Dans mevzularına yatkınlık genimi talihsiz bir mutasyon ile daha bir-iki hücre iken yitirdiğimden tüm ısrarlara ve horon davetlerine vakur bir şekilde göğüs geriyor, kendi köyümde iki paralık olmaktan böylelikle kurtuluyorum. Benim için izlemesi gerçekten çok daha zevkli.

Barhal çok enteresan bir yer. 1930-1940′lı yıllara kadar Barhal’dan Artvin’e ya da Yusufeli’ye yol yok ve tek ulaşım yolu iki üstteki fotoğrafın sol üst köşesinde görebileceğiniz, 3400 metrelik Altıparmak Dağları üzerindeki bir geçit. Bu geçit yoluyla Rize’ye geçiliyor, Pazar ilçesindeki limana iniliyor imiş. Bu sebeple yol geçen hanına dönmeyen bu yöre tam anlamı ile endemik bir kültürün beşiği haline gelmiş. Barhal’daki aydınlığa inanın pek az yerde rastladım. Nüfusunun %90′ının İstanbul, Bursa, Ankara gibi büyük şehirlere göç etmek zorunda kalmasına sebep olan devlet politikalarına ve yaşam şartlarına yazıklar olsun. Bu toprakları ekip biçen insanların torunlarının bu vadiyi artık sadece bir tatil mekânı olarak görmeye başlamış olması, benim de yakın bir zamana kadar içinde olduğum bir kısmının kültüründen, geleneklerinden bi’haber yetişiyor olması hep yakındığımız kültürel yozlaşmanın küçük bir örneği. Neyse. Bu konuda uzunca bir şeyler yazmaya niyetliyim zaten.

Bendeniz aşağıdaki afacanların amcası sayılırım (Havva ve Emre). Normalde çocukları pek sevmem. Sevmemek için tonla sebebim var fakat en önemli iki tanesi şunlar: anlattığım şeyleri anlamıyorlar, anlattıkları şeyler ilgimi çekmiyor (eminim onlar da benim için aynı şeyleri hissediyorlardır). Fakat bu küçücük veletlerin Barhal şivesi ile bır bır konuşmasını duydukça yiyesim geldi kendilerini. Bu taşkın sevginin kaynağı sırf genetik olarak birbirimize yakınız diye devreye giren içgüdülerim mi acaba diye düşünmedim de değil hani… Hayatında duygulara yer vermeyen bir bilim insanı olduğum için hep böyle şeyler düşünürüm ben.

Bu arada bu ziyaretimizin en büyük sürprizlerinden birisi Gülinaz Büyükanne idi (aşağıda, solda). 80′li yaşlarında olan bu büyükannemiz ninja emeklilerine taş çıkaracak atikliği ve 12 kuzu sevimliliği ile kalbimize taht kurdu (kendisi gözümüzün önünde bir engeli duvara doğru zıplayıp, tek ayağı ile duvardan destek alarak tekrar zıplamak sureti ile aşarak ağzımızı bir karış açık bıraktı). Duygu ile daha dönüş yolundayken Gülinaz büyükanneyi ne kadar özlediğimizden bahsediyorduk. Hikayelerde geçen, hep özlü sözler söyleyip manidar şiirler okuyan yaşlı bilgelerin sevgi dolu olan, sarılan, öpen sürümü idi Gülinaz büyükanne. Şimdi ben söyleyince hiç bir anlamı olmayacak ama o kocaman, nasırlı elini savura savura söylediğinde çok etkileyici idi şu sözler:

Gençlik bir kuş imiş, uçurdum tutamadım,
Yaşlılık bir top kumaş, gezdirdim satamadım.

..

Bu arada Barhal’da 900′lü yıllarda inşa edilmiş bir Gürcü Kilisesi de var. Bora Bilgin ve ailesinin de bizimle olduğu günlerden birisinde bu kilisenin bulunduğu dağın karşı yamacına inşa edilmiş ve derenin altından geçen bir tünel ile bu kiliseye birleştirilmiş Küçük Kilise’ye yürümüştük. Bu da o günden kalma bir fotoğraf:

Kilise yakından neye benziyor merak edersiniz belki diye bu fotoğrafa da yer vereyim dedim (köylüler 1700′lü yıllardan sonra cami olarak kullanmaya başladıkları için ziyadesiyle bakımlı ve sağlam bir yapı):

Barhal ziyaretimizin benim için en kıymetli anlarından birisine ise kurduğu müthiş sofra ile Fatkıme Hala vesile oldu. Bir önceki gidişimde kendisini ziyaret ettiğim evi bir kaç ay önce yanmış. Son bir kaç aydır yeni bir ev yapmakla uğraşıyorlarmış. Kalıp yardım etmeyi ne çok isterdim gerçekten. Bir ara söyleyecek gibi oldum, sonra utanıp susmayı tercih ettim.

Bir başka gün de hep beraber babamın doğduğu yere, Doleys isimli mezraya gittik. Burada bir yangının ardından büyükbabam tarafından yeniden inşa edilmiş olan ve hala ayakta olan bir evimiz var, bu evin aşağıdaki fotoğrafta görebileceğiniz merdivenleri ise bir efsane. Köydeki tek dönerek çıkan merdivenler bunlar. Bunun da ötesinde merdivene kavisli şeklini veren destekler “tek parça”, yani tek bir ağaç gövdesinden yapılmış. Büyükbabamın bunları nasıl büktüğünü bu ev yapılırken genç yaşta olanlar da bilmiyorlar/hatırlamıyorlar (pek katılmadığım bir görüş olarak büyükbabamın bu ağaçları hususi olarak aradığı ve bulduğu da ortaya atıldı). Her koşulda ortada, her gün kullanılacak ve etkileşim içerisinde olunacak olan eşyaya ilgi, saygı var. Bu merdiven entelektüel bir itki ile ortaya çıkmış bir sanat eseri değilse nedir, bilemiyorum. Bir çok şey öğrenebilecekken büyükbabamı da dedemi de henüz küçük yaşta iken kaybetmiş olmam zaman zaman aklıma geliyor ve beni üzüyor.

29 yaşındayım ve yarışmaya New Orleans’tan katılıyorum. Kitap okumak ve spor yapmak hobilerim arasında yer alsın istiyorum. Arada bir, köydeki yaşantının koşuşturması esnasında bu merdiveni bu şekilde yapmak için kendince makul gerekçeler bulmuş birisine bu kadar yaklaşıp da onun sırrına mazhar olamamış olmanın üzüntüsünü hissediyorum. Ayrıntılara girmek zor olduğu için yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyor, teşekkür ediyorum.

Hayatta olsalardı karşılarına oturur, akşama kadar söyleyeceklerini dinlerdim.

Doleys’teki eve sırtımı verip önündeki manzaraya bakıyorum. Rize tarafından bulutlar Altıparmak’ları aşmış Barhal vadisine giriyorlar. Her sabah bu evde uyanan babam bir zamanlar çocuk. Şimdi Marsis Otel’i işleten, dünyanın en güzel insanlarından birisi olan Ahmet Pehlivan amca ile her sabah düşe kalka okula gidip okuldan geliyorlar. Bir okuma aşkı, bir çağın ihtiyaçlarına ayak uydurma, bir şehre gitme çabası. Doleys’e inip çıkmak da hiç kolay değil bu arada, her gün inilip çıkılacak yer değil. Ahmet amca ile sohbetlerimizin birinde o günlerden bahsediyor:

Yazın iyiydi de kışın iki metre kar olurdu yerde. Kızaklarla Doleys’ten bir solukta iniverirdik, fakat çıkarken kızaklar sırtımızda, soğuktan buz tutmuş paçalarımız takır tukur birbirine çarpardı. Çok zordu o zamanlar okumak…

Bu manzara bile durduramıyor mu insanı? Nereden gelmiş bu okuma aşkı, anlamıyorum ki. İTÜ’den mezun bir yüksek mühendis babam. Şimdi yurt dışında. Köyünden, babasının inşa ettiği bu evden çok uzakta. Kendisi bir zamanlar çocuk. Her sabah bu evde uyanıyor. Okumak istiyor. Bu manzara bile durduramıyor onu. Henüz Artvin’deyken önceki yazıda yayınladığım fotoğrafları göndermiştim ona. Cevabında şöyle demiş:

Doleys’te o evde doğdum. Çocuk yaşımda şimdi senin gibi Marsis’e, Altıparmak’a Doleys’ten bakarken, başka hiç bir yeri görmediğim halde o eşsiz güzelliğin farkındaydım (o zaman TV ve radyo gibi imkanlar yoktu malum). Yaratıcıya bizlere bunları fark edecek duygu zenginliği ve bakmayı bilme kabiliyeti verdiği için şükür ediyordum.

Halbuki “belki o çocukken benim gördüklerimi göremediği için bu manzaranın kıymetini bilemedi, bu yüzden okumaya karar verip köyünü terk etti” diyebilsem benim için her şey yerine oturacak, yarışmaya neden New Orleans’tan katılıyor olduğumun anlamlı bir mazereti olacaktı.

Belli ki ben bu yarışmadan sıkıldım, bu sentetik hayatı kaldıramıyorum ve günün birinde köyüme dönmeliyim.

Bu yolculuğun benim için en müthiş kazançlarından birisi ise Duygu’nun da benzer şekilde hissetmesi oldu sanırım.

Yağmur bulutlarının şakası kalmadığı için Duygu ile beraber hızlı ve zorlu bir inişin ardından Doleys’ten Cibotikar’a geliyoruz. Yer isimleri çok afilli Barhal’da, hastasıyım. Bir çoğu Gürcüce köklenli. Doleys, Aho, Cibotikar, Mahçetler, Sahsev, Baliyet, Bagadget, Piçankara, Marsis, Catellar, Samceliyat, Perset, Hahortgil, Sanıgil, Söret, Hanzarat, Amanesket, …

Bu arada yukarıdaki fotoğrafta çok net görünmeyen derenin rengini daha iyi görebilmeniz için daha doğru pozlanmış hali aşağıda (yıllar evvel bu dereye kafamı sokup içinden su içerdim, şimdi ise pek tavsiye edilmiyor, yörenin potansiyelini “keşfedenler” sağ olsun):

Yaşar Pehlivan, Ahmet Pehlivan amcanın büyük oğlu (Emre ve Havvanur’un babası olan Mehmet’in de ağabeyi). Süper bir kişilik. Benim arayıp sormama ihtiyacı yok elbette fakat görüşmediğimiz yıllar boyunca ortaya koyduğum hayırsızlık bu karşılaşmamızda ciddi bir utanç kaynağı oldu benim için. Yoğun bir şekilde çalıştığından pek telafi etme şansım da olmadı açıkçası. Artık önümüzdeki maçlara bakacağız.

Bir gün de Piçankara tarafına doğru gittik. Yolda artık kendimi kartpostal fotoğrafları çekmekten alıkoyamadığımı fark ettim. Birleşerek Barhal Çayı’nı oluşturan, sonra da Çoruh Nehri’ne dönüşen küçük derelerden bir tanesi…

Ne yazık ki ilk gün dışında kalan her gün yağmur yağdı ve ilk günkü fotoğraf koşullarını ışık anlamında bir daha yakalayamadım. Biz dönerken güncel hava tahminleri 5 gün daha yağmur yağacağını söylüyordu. Altıparmak ve Marsis tarafında bulutlar varsa yağmur başlıyor, zirvelerin ardından gelen kara bulutlar seyrelip de ışık gelmeye başlayınca yağmur duruyordu. Vadiye dolan nemin yarattığı ışık kirliliği yüzünden fotoğraf çekmenin zorlaşması dışında hiç bir şikayetimiz olmadı yağmurla ilgili. Yerim o yağmuru ben.

Yağmurdan sonra geriye dönmeden evvel bir evin misafiri olduk, civil yedik, çay içtik. Evin küçük kızı Elif bizimle ilgili her şeyi çok sevdi. Hatta bir ara Cokin filtrelerimden bir tanesine el koydu. Fidye olarak Falım sakızı ve bisküvi verdik de her şey tatlıya bağlandı.

Bu da Elif’in manzarası, o da bir çocuk ve her sabah kalktığında bu manzaraya uyanıyor:

O gün yağmur bulutları bir kez daha Piçankara üzerinden bize doğru gelince Piçankara’ya gitmek yerine gerisin geriye dönmeye karar verdik. Yaylanın evlerini aşağıdaki fotoğrafın sağ alt köşesinden seçebilirsiniz. Yazık ki Piçankara’nın 15 yıl önceki şanı ve şöhretinden geriye pek bir şey kalmamış. Eskiden bütün köyün eğlenceler düzenlemek, sabaha kadar horon oynamak için gittiği, 25-30 haneye ev sahipliği yapan yaylada şu anda sadece bir aile yaşıyor.

Bundan yıllar evvel, ben daha küçük bir çocukken Mahçetler’den yola çıkıp 7-8 saatlik bir yürüyüşün ardından Piçankara’ya varmıştık. Nihayet kalan son enerjim ile ağaçların arasından çıkıp da yaylanın yeşil düzlüğüne vardığımda kaderine lanet eden bir öküzün taarruzuna maruz kalmış, gerisin geri ağaçlara doğru kaçıp bir süre kendimi attığım yerden kalkamamıştım. O gece o öküzün beslediği 80-90 kişi sabaha kadar tulum çalıp horon oynamıştı. Rüzgarın bir duvarından girip diğer duvarından çıktığı o evlerin çürüdüğünü görmek ne üzücü.

Yağmurun ardından rengi değişen derenin üzerinde Duygu video kamerası ile oynuyor. Sonunda yıllardır dilimden düşürmediğim Barhal’da. Hayatından çok memnun.

Bu yolculuk aynı zamanda Duygu’nun fotoğraftan videoya doğru kaymasına sebep oldu. Meğersem Duygu’nun içerisinde bir kameraman, bir film yapımcısı varmış. Saatler uzunluğundaki çekimlerinden bir kaç YouTube videosu çıkarmasını bekliyoruz. Sizler de ısrarlarınızla bu süreci hızlandırabilirsiniz (smiley).

Bu yolculukta Kara Göl’e gitmek benim için çok önemli idi. Kara Göl 2600 metrenin üzerinde ve o yükseklikte yağmura yakalanmanın romantik bir tarafı olmayacağı aşikar. Neyse ki bizim kadar gözü kara olan birisi, dünyanın en güzel insanlarından birisi olan Mustafa Aygün ile beraber ne olursa olsun çıkmaya karar veriyoruz. Artık son günümüz filan, Kara Göl’e çıkmadan dönemeyiz.

Altıparmaklar’ın zirvesinden görünen bulutlar aslında pek iyiye haber değil. Fakat bu noktada hiç bir şeyden korkmuyoruz ve yolumuza devam etmeye kararlıyız.

Yolda sürekli mola vermemizin iki sebebi var. Birinci sebep tırmanış dik ve alışık olmayanlar için zorlu. Öyle ki Duygu’nun kardeşi ve benim kardeşim bir kaç kez “bizi burada bırakın, siz devam edin” demeye yelteniyor. İkinci sebep ise muhteşem manzara. Kat kat dağlar görebildiğiniz kadar uzağa gidiyor. Durmamak elde değil, yorgunluk bahane.

80′li yıllarda Ankara’daki 100. Yıl İşçi Sitesi’nin 15 katlı binalarını yaparken, Mustafa abi de o inşaatlarda çalışırdı. Ben 4-5 yaşındayken sürekli onların koğuşlarına gider onlarla yemek yer, çay içer, ayakları altında dolaşır, yerde bulduğum çivileri düzeltip yerde bulduğum başka tahtalara çakmak sureti ile kendilerine Fırat usulü yardım etmeye çalışırdım, onlar da bana kendi çocukları gibi davranır, sabır gösterirlerdi. Bunca yıl aradan sonra Mustafa abi ile tekrar karşılaşmanın, üstüne üstlük beraber Kara Göl’e gidiyor olmanın verdiği mutluluğu anlatmam mümkün değil. Yol boyunca politika, felsefe, psikoloji dolaylarında konulardan konuştuk, bu köye ve insanlarına olan özlemim daha oradayken yeniden güçlendi.

Nihayet Kara Göl’e vardığımızda karşılaştığımız manzara bizi mahcup edecek güzellikte idi. 3-4 saat süren yürüyüş ve tırmanış sonucunda böyle bir yere ulaşmak neredeyse ayıp bir şey. Üstüne üstlük Mustafa abi küçük sırt çantasından ekmek, kaymak, bir kaç çeşit peynir, domates, salatalık, biber, tuz filan çıkarmasın mı. Oysa ben yol boyunca yanımıza aldığımız haşlanmış patates ve yumurtalar ile gurur duymuş, “bunları yukarıda afiyetle yer, Mustafa abinin gözüne gireriz” filan diye hayaller kurmuştum. Su ihtiyacımızı suyu karların arasından gelen gölden giderdik. Bu su dünyanın Doleys’ten sonraki en lezzetli suyu değildiyse neydi…

Yukarıdaki göl fotoğrafı ile aşağıda saçları kurumakta olan Meren fotoğrafını hemen birleştirdiğinizi tahmin ediyorum. Kara Göl macerası fotoğrafları ve videoları ile beraber başlı başına ayrı bir yazı. Bu yüzden detayları geçiyorum.

Yukarıdaki fotoğraf aynı zamanda dönüş yolculuğunun başladığı an olması itibarı ile de önemli. Yüzlerimizdeki buruk ifadenin bir kısmı soğuktansa diğer kısmı da dönüyor olduğumuzu biliyor oluşumuzdan ileri geliyor olabilir.

Dönüş yolculuğunun en güzel sürprizi ise gerçek dünyanın hem en güzel hem de en birinci insanlarından olan İstem ve Uygar’ın bizi geçirmeye gelmiş olmaları idi.

Hem yolculuk yüzünden yorgun hem de gidiyor olmanın verdiği can sıkıntısı sebebiyle asık olan suratlarımıza katlanmakla kalmadılar, üstüne bir de poğaça, simit getirerek bizi hava alanında beslediler (yol boyunca getirdikleri dergileri okurken kendi kendime “nasıl o poğaça paketini aldığımız gibi uçağa kaçmadık, şimdi amma da güzel yerdik be” diye söylenip durdum).

SİVİL HABER

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER

banner309

banner225

banner209