HİLAFET DEVLET MEHDİYET

     İçinde bulunduğumuz yüzyılın evvelki asırlardan farklılıklarına işaretle çok özel bir zaman dilimi olduğunu yazmış ve bu zaman diliminin İslam kaynaklarında özel bir isimle zikredildiğini “Mehdiyet ve Zamanın Sonu” başlıklı yazımızda beyan etmiştik. “AHİRZAMAN” ismi ile zikredilen bu zaman diliminin 19 ve 20. Yüzyıla tekabül eden kısmında İslam dünyasının ve sahib olduğu sistem ve medeniyetin “inkıraz” dönemi olduğunu ayrıntılarıyla izah etmiştik. “Mehdiyet ve Medeniyet” başlıklı makalemizde ise Deccaliyete inkılab eden Avrupa-Batı medeniyeti ile Mehdiyete inkılab edecek olan veya Mehdi ve şahs-ı manevisi üzerinde yükselecek olan “Mehdiyet Medeniyetinin” kıyas ve muvazenesine dair tafsilat vererek yazımızı Mehdi Radiyallahu Anh ordusunun-askerlerinin mahiyet ve vasıflarına dair bir makale vaadiyle bitirmiştik. Bu geniş konu beraberinde devlet-hilafet-biat gibi mühim konuları da ihtiva edeceğinden bu makalemiz belki geniş ve uzun olacak fakat anlatmaya çalışacağı konunun azameti ve cesametine nisbetle yine de kısa kalacak.
      3 Mart 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisinin şahsı manevisine mana olarak hapsedilip fiilen kaldırılan “Hilafet” kurumu mana olarak ta tahrip edilip Ümmet başsız bırakılmış ve İngiliz’in üçyüz yıllık hayali gerçekleştirilmiştir. “Hilafetin” yıkılma sürecinin tarihini burada uzun uzadıya yazmak isterdik amma gerçek yakın tarih kaynaklarına okuyucuyu havale ederek işin bu faslını tayy edeceğiz. Daha ziyade Hilafetin kaldırılmasından sonra bunun âlem-i İslam’a vurduğu darbeye ve etkilerine nazarları çevireceğiz.
İslam’ın sistem ve hayatının en üst yapı kurumu olan Halife ve Hilafetin kaldırılması ile sonrasında neler olmuştur. Tafsilatını “Mehdiyet ve Zamanın Sonu” başlıklı makalelerin bulunduğu Katre tül Hayat sayılarına havale etmekle beraber paramparça edilen İslam coğrafyasındaki devlet müsveddeleri hüneriyle Hilafete alternatif olarak sunulan Demokrasi Putu ve onun temsil ettiği demokratikleşme süreçlerine bakmamız işin olmazsa olmazlarındandır.
      Hilafetin ilgası yani kaldırılması ile beraber İslam’ın evvela taşıyıcı kolonlarına ilk darbeler gelmiştir. Nedir bu taşıyıcı ve aktarıcı özelliğe sahip kolonlar?
      1- Müslümanın kimliği, kültürü ve medeniyetinin alameti olan bütün “ŞEAİR-İ İSLAMİYE” yani İslamiyet’e ait alametler, işaretler, unvanlar ve görünümler hayatın her alanından kaldırılarak, hayat yönü öldürülmüştür. “Kılık Kıyafet İnkılabı”, “İslami unvanların yasak edilmesi”, “Zünnar, yani başka bir dinin sembolü olan Şapka inkılabı”, “bütün kütle, hacim, ölçü, tartı birimlerinin değiştirilmesi”, “Hristiyanların tatil gününün Müslümanların bayramı ve tatili olan Cuma günü yerine getirilmesi” vs. vs. Yani hayata ait olan ne varsa tamamen değiştirilip, başkalaştırılmış ve İslam’ın ismi de resmi de hayattan adeta kazınmıştır. Yeni nesiller bu acaib garaib hayatlarında çok değil son yüzyıllık geçmişlerine dair bir iz, bir alamet bulamamıştır.
      2- TARİKATLAR ve tarikatlara ait bütün kurumlar ve unvanlar yasaklanmış, yıkılmış, tahrip edilmiş böylece toplumun kimyası bozularak artık aşı dahi tutmaz hale getirilmiştir. Tekkeler, dergâhlar, zaviyeler, türbeler medreseler kapatılmış, yıkılmış ve kalan bakiyeleri de şekil ve mana olarak bozup folklorik ve turistik figürler haline getirilmiştir. Bunu sonuçları da kendi dinine karşı “İZ’AN”, “İLTİZAM”, “TASDİK VE TESLİMİ BOZULMUŞ”, “YAKİN” ve “İTİKADI” kırılmış, felsefe ve mantık oyunları içinde aklı fikri yuvarlanan, savrulan ve dinini “Amerika’yı yeniden keşfedercesine” yeniden tanımaya çalışan nesiller zuhur etmiştir. Böylece eğitim “CAMİ MERKEZLİ” olmaktan çıkarılmış “OKUL VE FELSEFE MERKEZLİ” hale getirilmiştir. Toplumun rabıtaları koparılarak birleştirici düğümleri çözülmüştür.
      3- Son olarak ta “HARF DEVRİMİ” ile 1500 yıllık geçmiş kaynaklarından toplum koparılarak, bir buçuk milyarlık kitlenin en ortak paydası olan harflerinden ve “Kitabından” mahrum bırakılmıştır. Bu mel’un devrimi -tamamlayıcı olarak- ta “dil devrimi”, “tarih devrimi” vs. ile pekiştirerek âlem-i İslam’ın ortak ıstılahı konuşmalarından çıkarılmış ve pozitivist dinsiz kuramlar ve kavramlar dilleri ve zihinleri işgal etmiştir. HİLAFETİN ORTADAN KALDIRILMASI İSLAMIN EN ÖNEMLİ BU KURUMU İLE ALAKALI ISTILAHATI DA MÜSLÜMANLARIN KAYBETMESİNE YOL AÇMIŞTIR.
      “Hayat ve İtikad” boyutunda bunlar yaşanırken İngiliz’in ve Avrupa’nın dessas zalimleri İslam coğrafyasına cetvellerle çizgiler çekip bir sürü devletçikler kurmuş ve bu devletlerin arasına da onlarca fitne ve ihtilaf tohumları ekmişlerdir. Bir yandan bu devletleri sömürürken dönüp kendilerine gelmemeleri için de bunlara rejim olarak ya kendi monarşilerini ya da kutsallaştırılıp sorgulanamaz hale getirdikleri “DEMOKRASİ” sistemini dayatmışlardır. EVET, DEMOKRASİ İSLAMA VE ONU TEMSİL EDEN HİLAFETE ALTERNATİF OLARAK İHDAS EDİLMİŞTİR. Dikkat edin kibirli İngiliz bize devrim gibi sunulan “metreyi”, “kiloyu” kullanmadığı gibi başımıza diktiği “Demokrasi Putunu” da kendi devletinde baş tacı etmez. Kendisi “emperyalisttir”, sistemi de “Kraliyet yani Monarşidir”.
      BİAT VE HİLAFET
      Hilafetin kaldırılması ile hilafetin olmazsa olmazı ve İslam birliğini bir mefkûre olmaktan çıkarıp fiili bir gerçeklik, realite durumuna getiren BİAT hakikati ve ameli de ortadan kaldırılınca; böylece gönüllerde, ideallerde hep dile getirilen “İslam Birliği” ve “İslam Kardeşliği” bir fantezi derekesine düşürüldü. Hep dile getirilen “Birlik ve kardeşlik” olayının “nasılı” “imkânsız” cevabıyla karşı karşıya bırakıldı.
      Bir zamanlar “imanın” kendisi ile beraber olan “Biat” nedir? Nasıl uygulanmıştır? Nasıl “imandan” ayrı düşmüştür? Evvela bu soruların cevaplarını arayarak Hilafet konusuna da böylece girmiş olalım.
      Biat kabul etmek, razı olmak ve tasdik etmek anlamında kullanılan bir ıstılahtır. Biat “Bir mükellefin, ehil olan bir cemaat (Ehlu’l-hall ve’l-akd) tarafından tesbit edilen Halife’ye (İmam’a, Ulû’l-emr’e) itaat edeceğine ve sadık kalacağına dair söz vermesidir.” Bu bir anlamda mükellefin İslami olan (meşru) her emirde hoşuna gitse de, gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir. Zira Resul-u Ekrem (S.A.V.)’in: "Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler" (Buhârî, Ahkâm, 4) buyurduğu bilinmektedir. Yine diğer bir hadis-i şerif’te: “Allahu Teâlâ’ya isyan olan yer ve konuda mahlûka itaat yoktur. İtaat ancak maruftadır" (Müslim, Imâre, 39; Ebû Davûd, Cihad, 87; Nesâî, Biat, 34; İbni Mâce, Cihad, 40) buyurulmuştur. Dolayısıyla Biat sonucunda ortaya çıkan itaat İslami hükümlerle sınırlıdır. Allahû Teâlâ (c.c.)’nın indirdiği hükümlerin hakkı ile edâ edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemesi için, Biat zaruridir. İslam uleması "Biat ile ilgili ilimlerin, mükellef olan her erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn olduğu" hususunda müttefiktir. Nitekim Ibn Hümâm: "Mü’min’lerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin lüzumunun sebebi, İslami emirleri hakkı ile edâ etmek içindir" (İbni Hûmam, Kitâbu’l-Musâyere, İstanbul 1979, s. 265) diyerek, meselenin hassasiyetine işaret eder.
Dolayısıyla biat, Müslüman kadın ve erkeğin, Müslüman lidere karşı görev ve sorumluluğu, Kur’an’da belirtilip sünnet ile açıklanarak uygulandığı şekilde, kabul etmek için yaptıkları sözleşmedir. Biat, cemaatin selâmeti ve muhafazası, hudûdullah’ın tatbiki için müminlerin kendilerine bir emir tayini ile bu emire itaat etmek üzere ahidleşmeleridir.
      Biat; kitap, sünnet ve Sahabe-i Kirâm’ın icmaı ile sabit olan sâlih bir ameldir.
      Kur’an-ı Kerîm’de, Resul-u Ekrem (S.A.V.)’e hitaben: "Sana Biat edenler, ancak Allah’a Biat etmiş olur. Allah’ın eli onların (Biat edenlerin) elleri üstündedir. Şu halde kim (bu Biat bağını, ahdini) çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur. Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa ederse (Allah) ona büyük bir ecir verecektir" (Feth, 48/10) hükmü beyan buyurulmuştur. Biat, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan münasebetlerinde, İslam’ın hükümlerine razı olduklarını ihlâsla ortaya koyan bir akiddir. Bilindiği gibi müminlerin kendi aralarından seçtikleri bir Ulû’l-emr’e (siyasî otoriteye) itaat etmeleri kat’î nasslarla farz kılınmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de: " Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (Ulû’l-emr’e) de (itaat edin)… " (Nisa, 4/59) emri verilmiştir. İslam’ın temel hedeflerini gerçekleştirebilecek ve bu uğurda her türlü engeli aşabilecek vasıftaki insanın tesbiti önemli bir hâdisedir.
      "Her kim Ulû’l-emr’e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah’a ameli hususunda, lehinde hiç bir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Her kim de (Ulû’l-emr’e) BİAT sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, Imâre, 58,1851) buyurduğu sabittir.
Bu kadar ahkâm ne oldu? Ümmetin haline bakınca bu hükümler sanki hiç olmamış veya bu asrın bu hükümlerden sanki muafiyeti varmış sanılır. Biat farzının muhatabı olan Hilafet makamı ortadan kalkınca tekrar bu makamın ihdası “Biat” olmadan yani “Biatın” kendisi ikame edilmeden Hilafet-i Muhammedi nasıl geri getirilecek. Demokratik(!), parlamenter(!) seçimlerle mi? “Biat” olmadan “İttihad-ı İslam” nasıl sağlanacak? “İttihad-ı İslam’ın” olmazsa olmazı olan “ittihad-ı kulub”, “ittihad-ı ukul” nasıl sağlanacak? Bu “ittihadlar” olmazsa efrad-ı ümmet arasında uhuvvet yani kardeşlik nasıl sağlanacak? “Biat” ortadan gidince neleri de götürdüğünü anlıyor musun aziz okuyucu? Şüphesiz “ahirzamanın” bekleneni Hz. Mehdi (R.A.) elbette muazzam vazifelerinin lazımı olarak Ümmet’in içinde Biat amelini ihya edip, Hilafet-i Muhammediye’yi tesis edecektir. BUNUN İÇİN ONUN KUDSİ ORDUSU OLAN 313 ZEVAT-I KİRAM BU HAKİKATIN İHYASI VE İCRASI İÇİN HZ. MEHDİ (R.A.) IN YANINDA O’NUN GİBİ VAZİFEDARDIRLAR.
      Raşid ve kâmil Hilafet İmam-ı Ali (K.V.) Efendimizin şehadetinden sonra Hz. Hasan (R.A.) Efendimizle altı ay kadar devam etmiştir. Hz. Hasan’ın hilafetten feragati ile Hilafetin maddi ve dünyevi kısmı, manevi ve uhrevi kısmından ayrıldı. Manevi Sultanlığın menbası ve menşei olan “Ehl-i Beyt”, Din-i İslam’ın cadde-i kübrası olan “Ehl-i Sünnet vel Cemaat” akidesini kuvve-i velayetle koruma altına aldılar. Onların tezgâhından yetişen müçtehidler, müfessirler, muhaddisler dini ilimleri ve usulleri tanzim, tasnif ederek kaynakları muhafaza ederken, öteki taraftan bütün hak tarikatların başında manevi bir lokomotif olan Şahlar, Kutublar avamın kalbine nüfuz ederek imanlarını her türlü şek, şüphe, vesvese ve felsefe hücumlarından kurtardı. Her biri kendi sahasında “biat” amelini tatbik ederek manevi silsilelerin başında birer şecere-i nurani oldular ve dallarını, kollarını kendi asırlarından günümüze kadar bu sayede uzattılar ve hala Din-i Mübin-i İslam’ı koruyup kollamaktadırlar. Hilafet noktasında ikiye ayrılan bu maddi ve manevi sultanlık iki koldan ama ayrı bir şekilde vazifelerine devam ettiler. İçtimai ve siyasi manada İslam’ın sistemini teşekkül ettiren maddi Hilafet birçok badireler atlatarak asırlarca devam etti. İşin bu tarafını yazımızın uzunluğu sebebiyle İslam tarihçilerine havale ederek şu noktayı beyan edelim. Emevi’de, Abbasi’de ve en son Osmanlı’da devam eden maddi Hilafet kâmil manasıyla “Asr-ı Saadette” olduğu gibi tam “Raşid” olamasa dahi parça parça küçük devletler halinde yaşadığı dönemlerde Âlem-i İslam’ı gene de bir arada tutmuş, asırlarca “Moğol İstilalarını”, “Haçlı Seferlerini” mağlubiyete uğratmıştır. Asırlarca maddi hilafet İslam’ı ve Müslüman’ları siyasi manada korurken “Tarikatlar” içinde cereyan eden “manevi hilafet” de imanı ve akideyi korumuştur. 1924 te Hilafeti maddi boyutu ile yıkanlar, tarikatları da yıkmaya kalkarak “Siyasi Hilafeti” tekrar ikame edecek olan “manevi Hilafeti” de yıkmaya kalkmış ve nerdeyse bir asırdır Ümmet’i başsız ve kuvvetsiz bırakmışlardır. HAZRET-İ HASAN EFENDİMİZDE AYRILAN MADDİ VE MANEVİ HİLAFET HZ. MEHDİ’NİN ZATINDA ETRAFINDAKİ SEYYİDLER ORDUSUNUN VE CEMAATİNİN “BİAT”INI AŞİKÂR ETMELERİ İLE TEKRAR BİRLEŞECEKTİR. 313 kişilik Hz. Mehdi sahabesinin en büyük vazifesi budur. Yani başka bir deyişle bu 313 kişinin BİATI ile MEHDİ zahir olacak ve HİLAFET bir devlet sistemi olarak ihdas edilecek ve HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE DEVLETİ İTTİHAD-I İSLAM ÜZERİNDE YÜKSELECEKTİR.
      Hz. Mehdi’den önceki büyük müceddid ve müçtehid Hz. Bediüzzaman, Hz. Mehdi’nin pişdarı ve dümdarı olarak bu hakikatı şöyle ilan etmiştir.
      “ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜC VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK:
      Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdî’nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT, O TAİFENİN UZUN TETKİKATI İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR.
      İkinci vazifesi :HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN VAHDETİNİ NOKTA-İ İSTİNAD EDİP, BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GADAB-I İLAHÎDEN KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ, MİLYONLARLA EFRADI BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR.
      Üçüncü vazifesi :İNKILABAT-I ZAMANİYE İLE ÇOK AHKAM-I KUR’ANİYENİN ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT, BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN MUAVENETİYLE VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA O VAZİFE-İ UZMAYI YAPMAYA ÇALIŞIR.”

     Hilafetin müesses bir nizam olarak var olmasının lazımı olan biat amelinin zaruretinin tarihsel arka planına ve fıkhi cihetine makale sınırları içinde böylece temas ettikten sonra hilafet konusunun tam anlaşılmasına muvaffak olmak için biat konusunda biraz daha tafsilata girişeceğiz.

    Asr-ı Saadette İslam ile müşerref olan her kişi kelime-i şehadet ile Müslüman olurken aynı zamanda Resulullah aleyhisselatu vesselam efendimizin mübarek elini tutarak biatta etmiş oluyordu. Yani İslam’a giriş aynı zamanda mana itibarı ile biatı da içeriyor ve her Müslüman iman akdi ile biat akdini de ifa etmiş oluyordu. Ta ki birer sene arayla gerçekleşen 1. Ve 2. Akabe biatlarına kadar. Akabe biatlarında ilk Medineli Müslümanlar ayrıca biat amelini müstakil olarak yerine getirip İslam’ın inkişafında yeni bir dönemi başlatmışlardır. Biatın nasıl bir yeni dönemin başlangıç noktası olduğunu anlamak için 1. ve 2. Akabe biatları ile alakalı siyeri bilmemiz gerekiyor.

     Bi'setin 11. yılında Akabe mevkiinde İslâmiyet ile şereflenen altı Medineli, bir sene sonra aynı yerde buluşacaklarına dair Resûl-i Ekrem Efendimize söz vermişlerdi.

     İlk görüşmelerinin üzerinden bir sene geçip, hac mevsimi gelince, içlerinde bir sene önce İslâm ile şereflenmiş bulunan altı kişinin de bulunduğu 12 kişilik bir kafile Mekke'ye doğru yola çıktı.

     Akabe denen küçük ve dar vadide, bir gece vakti gizlice Resûl-i Ekremle buluşarak görüştüler. Bu görüşme sonunda şu hususlarda Resûlullah’a bîat ettiler.

     a) Allah'a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak, b) Hırsızlık yapmamak, c) Zina etmemek, d) Çocuklarını öldürmemek,  e) Kimseye iftirâ etmemek, f) Hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak. ( 1. İbni Hişâm, Sîre: 2/75-76; Taberî, Tarih: 2/235)

      Bu bîattan sonra Peygamber Efendimiz, kendilerine hitaben şöyle konuştu:

     "Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah, tekeffül etmiş, onlara Cenneti hazırlamıştır. Kim insanlık icâbı, bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona kefaret olur. Kim de, yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikab eder de, işlediği o şeyi Allah gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah'a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır." ( 2. İbni Hişâm, Sîre: 2/75-76; İbni Sa'd, Tabakât: 1/220; Taberî, Tarih: 2/235)

     Ayrıca, bu Müslümanlar, Resûl-i Ekrem ile aralarında şu şekilde bir anlaşma akdettiler:

     "Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve sevinç halinde söz dinlemek ve itâat etmek başta gelir. Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itâatsizlik etmeyeceğiz."( 3. Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s. 27 (Ank. 1963))

     Bu ilk Akabe Bîatında bulunan Medineli 12 Müslüman şunlardı: 1) Es'ad bin Zürâre (r.a.), 2) Avf bin Hâris (r.a.), 3) Muâz bin Hâris (r.a.), 4) Râfî' bin Mâlik (r.a.), 5) Zekvan bin Kays (r.a.), 6) Ubâde bin Sâmit (r.a.), 7) Yezid bin Sa'lebe (r.a.), 8) Abbas bin Ubâde (r.a.), 9) Kutbe bin Âmir (r.a.), 10) Ukbe bin Âmir (r.a.), 11) Uveym bin Sâîde (r.a.), 12) Ebü'l-Heysem Mâlik bin Teyyihân (r.a.).

     İkinci Akabe Bîatı

     Bi'setin 13. senesi (Milâdî: 622).

   Bu senenin hac mevsiminde, Kur'an muallimi Mus'ab bin Umeyr Hazretleri, hem Medine'deki İslâmî gelişmeyi bizzat Peygamber Efendimize bildirmek, hem de haccetmek üzere, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup ikisi kadın 75 Müslümanla Mekke'ye geldi.

     Bunları temsilen bir grup Mescid-i Haram'da amcası Hz. Abbas'la oturan Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardılar ve şu teklifte bulundular:

    "Ya Resûlallah! Biz oldukça kalabalığız. Seni yanımıza almak, size yardımcı olmak, uğrunuzda canımızı fedâ etmek, şahsınızı koruduğumuz şeylerden zâtınızı da esirgeyip korumak üzere söz birliği etmiş bulunuyoruz. Bu hususta sizinle daha geniş konuşmak için nerede buluşalım?"

     Resûl-i Kibriyâ, yine Akabe'de buluşmayı uygun gördü.

   Bu buluşma, gece yarısı olacak ve kimseye duyurulmayacaktı. Hatta karargâhlarından ayrılırken de dikkatleri çekmemek için küçük küçük gruplar halinde Akabe'ye geleceklerdi.( 8. İbni Hişâm, Sîre: 2/83-84; İbni Sa'd, Tabakât: 1/221; Taberî, Tarih: 2/228)

     Medineli Müslümanlar, bu tâlimat gereği gece yarısı hiç kimseye hissettirmeden ve kimsenin dikkatini çekmeden Akabe yanındaki vadide bir araya geldiler.

   Peygamber Efendimiz de burada henüz Müslüman olmamış amcası Hz. Abbas ile geldi. Hz. Abbas'ın maksadı, yeğenini bu mühim meselede yalnız bırakmamak, yapılanları ve verilen sözleri bizzat görüp işitmekti.

    Önce, Hz. Abbas söz aldı. Medineli Müslümanlara hitaben Allah Resûlünü koruma hususunda kendilerine güvenleri varsa bu işe girişmeleri, aksi takdirde daha şimdiden bu işten vazgeçmeleri gerektiğini belirten bir konuşma yaptı. Ancak, Medineli Müslümanlar bizzat Resûlullahın konuşmasını istiyorlardı:

    "Yâ Resûlallah! Sen de konuş. Kendin ve Rabbin için arzu ettiğin ahdi al" dediler.

    O esnada Medineli Müslümanların önderi durumunda olan Es'ad bin Zürâre Hazretleri Resûlullahtan konuşmak için müsâade aldı ve  "Ya Resûlallah," dedi, "her dâvetin bir yolu var. O yol ya kolay olur, ya da zor! Bugün senin yaptığın dâvet, insanların çok zor kabul edecekleri çetin bir dâvettir. Sen, bizi takip ettiğimiz dini bırakmaya ve kendi dinine tâbi olmaya davet ettin. Bu çok güç ve zor bir işti. Buna rağmen biz bu teklifini kabul ettik. Biz, yurdumuzda, şerefli ve her tecavüzden korunmuş, orada değil kavminden ayrılan ve amcaları tarafından düşmanlarına teslim edilmek istenilen bir zâtın, hattâ kendimizden başka hiçbir kimsenin de hâkim olmak için göz dikemeyeceği bir cemaâttık. Bu çok zor bir iş olduğu halde, biz senin bu yoldaki teklifini de kabul ettik! Halbuki, bütün bunlar -Allah Teâla, doğru yolu bulma azmini ve sonunda hayra ulaşma ümidini ihsan etmedikçe- insanların hiç de hoşlanacakları şeylerden değildi. Fakat, biz bunları dillerimizle ikrar, kalblerimizle tasdik, ellerimizi uzatmak sûretiyle de kabul ettik. Allah'dan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bîat ediyoruz. Biz, Rabbimize ve Rabbine bîat ediyoruz. Allah'ın kudret eli, ellerimizin üzerindedir. Kanlarımız kanınla, ellerimiz elinledir. Kendimizi, evladlarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de esirgeyip koruyacağız. Eğer, bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan bedbaht insanlar olalım."

     Es'ad bin Zürâre Hazretleri konuşmasının sonunu şöyle bağladı:

     "Yâ Resûlallah! Kendin için arzu ettiğin ahdini bizden al. Rabbin için de istediğin şartı koş."

    Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce onlara Kur'ân-ı Kerimden bazı âyetler okudu. Onları Allah'a dâvet, İslâmiyet’e teşvik ettikten sonra, kendisi ve Rabbi için arzu ettiği hususları şöyle sıraladı:

    "Yüce Allah için size söyleyeceğim şartım şudur: Ona hiç bir şeyi eş ve ortak koşmadan ibadet etmenizdir. Namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir. Kendim için isteyeceğim ise şudur: Allah'ın peygamberi olduğuma şehâdet etmenizdir. Kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır."( 9. İbni Hişâm, Sîre: 2/84; İbni Sa'd, Tabakât: 1/222; Taberî, Tarih: 2/238; İbni Seyyid, Uyunu'l-Eser: 1/163; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/174-175)

     Bu sırada Abdullah bin Revâha söz alarak,

    "Ya Resûlallah. Bunları söylediğiniz tarzda yaparsak, bize ne var?" diye sordu. Resûl-i Ekrem, "Cennet var" diye cevap verdi.

     Bu cevabı alınca, gözlerinde parlayan pırıl pırıl sevinçlerini,

     "O halde bu kazançlı ve kârlı bir alışveriştir"  diyerek sözleriyle de te'yid ettiler. (10. Taberî, Tarih: 2/239; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/175)

     Sonra Peygamber Efendimize, "Yâ Resûlallah! Sana ne yolda bîat edelim, söz verelim?" diye sordular. Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de Allah'ın Resûlü olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, zekâtı vereceğinize; neşeli neşesiz zamanlarınızda sözlerime itâat edeceğinize; emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize; darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza; hiç bir kınayıcının kınamasından korkmaksızın Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize; iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz!

   Şahsıma gelince; bana her yönden yardım edeceğinize; yanınıza vardığımda, kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza kat'i söz vermelisiniz!" dedi. (11. İbni Hişâm, Sîre: 2/97; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/175)

    Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz onlara, "Aranızdan, her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olacak 12 kişi seçiniz. Musâ da İsrâiloğullarından 12 temsilci almıştı" buyurdu. ( 12. İbni Hişâm, Sîre: 2/85; İbni Sa'd, Tabakât: 1/222; Taberî, Tarih: 2/239; İbni Seyyid, Uyunu'l-Eser: 1/164; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/176-177)

     Medineli Müslümanlar, Hazreç Kabilesinden 9, Evslilerden 3 temsilci seçtiler.

     Hazreçlilerden seçilen zâtlar şunlardı: 1) Ebû Umâme Es'ad bin Zürâre, 2) Sa'd bin Rebi', 3) Rafi' bin Mâlik, 4) Abdullah bin Revâha, 5) Abdullah bin Amr, 6) Berâ' bin Mâ'rur, 7) Sa'd bin Ubâde, 8) Ubâde bin Sâmit, 9) Münzir bin Amr (r.anhüm).

     Evslileri ise şu zâtlar temsil edecekti: 1) Useyd bin Hudayr, 2) Sa'd bin Hayseme, 3) Ebü'l-Haysem Mâlik bin Tayyihan (r.anhüm). ( 13. İbni Hişâm, Sîre: 2/86-87; İbn Seyyid, Uyunu'l-Eser: 1/64)

      Bu temsilcilerin hepsi de Medine'nin ileri gelen, hatırı sayılır kimseleri ve okuma yazmasını bilen âlim zâtlardı.

     Peygamber Efendimiz seçilen temsilcilere şöyle dedi: "Havarîler, Meryemoğlu İsâ'ya karşı kavimlerinin kefili oldukları gibi, siz de sizden olanların kefilisiniz. Ben de Mekkeli muhacirlerin kefiliyim." ( 14. Sîre, 2/88; Tabakât, 1/223)

     Onlar da, "Evet" deyip tasdik ettiler.

     Ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimiz, 12 temsilci seçildikten sonra Es'ad bin Zürâre Hazretlerini de seçilen 12 temsilcinin başkanı tayin etti. Temsilciler, temsil ettikleri topluluklarla konuşup, bîatın ehemmiyetini anlattılar ve onları Resûlullaha bîata hazırladılar.

     Bundan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübârek ellerini uzattı. Medineliler teker teker bîat ettiler. Sadece iki kadına Efendimiz elini vermedi ve onları da kendisine bîat etmiş kabul etti. Yapılan bîat bir mânâda Medineli ve Mekkeli Müslümanlar arasında bir ittifâktı.

     Bîat, gecenin karanlığında, çağrılanların dışında kimsenin göremeyeceği tenhâ bir yerde cereyan etmişti.Buna rağmen, bîat biter bitmez kulaklarına bir ses geldi:"Ey Kureyş! Muhammed ile atalarının dininden çıkmış Medineliler, sizinle savaşmak için toplanıp sözleştiler!"

      Gecenin karanlık ve sükûtunu yırtan bu ses kimindi ve nereden geliyordu? Herkesi bir merak ve telaş sardı.Bu ses, Münebbih bin Haccac'ın sesine benziyordu. Resûl-i Ekrem, "Bu Akabe'nin şeytanıdır" dedi ve Medineli Müslümanlara da, "Derhal konak yerlerinize dönünüz!" emrini verdi.O sırada Medineli Abbas bin Ubâde, "Yâ Resûlallah" dedi. "İstersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır ve Minâ'da bulunan halkın üzerine yürür, onları kılıçtan geçiririz" diye konuştu. Ancak, Resûl-i Ekrem, henüz sabır silahını kullanmakla vazifeli idi. Şöyle buyurdular:"Hayır, hayır. Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Hepiniz yerlerinize dönünüz." ( 15. Sîre, 2/90; Tabakât, 1/223)

      Toplu anlamda gerçekleşen bu ilk Akabe biatlarına baktığımız da “Biat” ile gerçekleşen ilk durumun imandan sonra içtimai ve siyasi kanunlar olduğunu görüyoruz. İlk Akabe biatında Allah Resulunun aleyhisselatu vesselam biat edenlere koştuğu şartlar sosyal ve siyasal şartlardır. Hırsızlığın yasaklanması, zinanın yasaklanması, çocuklarının katlinin yasaklanması, iftiranın yasaklanması vs bunlar hep sosyal bir yapıyı teşekkül ettirecek ilk siyasi kanunlardır. Nesil emniyeti, mülkiyet emniyeti, aile emniyeti, miras ve her türlü hukuk emniyetinin en temel kanunlarıdır bunlar. Bu kanunların yürürlüğe girişi ve ardından devletleşmeyi sağlayacak ilk adım “BİAT” ile tahakkuk etmiştir.

     Yine bu ilk “biat” ile başka bir belde ahalisi ile ilk antlaşma gerçekleşmiştir. “Akabe Biatları” Resul-i Ekrem aleyhisselatu vesselamın peygamberlik vazifesinin yanısıra kurulacak İslam devletinin reisi sıfatıyla hareket etmesidir. Resulullah Efendimiz aldığı bu ilk biatlar ile 12 kişiyi görevlendirmesi ve onlara İslamı öğretmek için adeta bir Valilik görevi ile Hz. Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye göndermesi kuracağı “İSLAM DEVLETİNİN” ilk kurucu yöneticilerini tayin etmesi veya fıkıhtaki tabir ile “ehli hall ve akd” vasfına sahip kişileri belirlemesidir. Bütün bunlara nazar edildiğinde çok rahatlıkla diyebiliriz ki bi’setin 11. Yılından itibaren veya başka bir deyişle hicretten 2-3 sene önce Medine’de İslam Devletinin kuruluş süreci başlamıştır. Hicret ile Resulullah Efendimiz genç devletine giriş yapmış daha sonrada Medine’de yerleşik öteki dini ve etnik unsurlar ile “DEVLET REİSİ” olarak ilk anlaşmalarını gerçekleştirmiştir.  İşte bu devletleşme süreci “BİAT” ile başlamıştır. Bu gün bir çok ahmağın “biat kültürü” diye istihfaf ettiği ve Müslüman toplumlara unutturdukları “biat” budur. Yani hukuka dayanan meşru devlet olmanın, toplum olmanın ve hilafeti ikame etmenin ilk şartıdır ve şeklidir BİAT.

      Biat ile mücessemleşen “İslam dininin devletleşme ve sistemleşme süreci” her müslümanın üzerinde farz olan “Hilafeti” ikame edilme şeklinide usul ve esasları ile ortaya koymuştur. Fakat makalemizin bu kısmında hitamı “biat” amelinin “innemel mu’minune ihvetun” emr-i kudsisinin soyut bir mefhum olmaktan çıkıp müşahhas bir kardeşlik toplumunu da inşa ettiğine “BİAT-I RIDVAN” olayının penceresinden bakalım. İslam öncesi cahiliye döneminde insanlar arasında toplumlaşmayı sağlayan “asabiyet-i milliye” yani aynı kavimden olmak noktasından hareketle “MENFİ MİLLİYETÇİLİK” duyguları iken İslam ile insanları bir birine bağlayan “din ve iman kardeşliği” yani “UHUVVET” olmuştur. Zira kavmiyetçilik ve bunun başka renkleri olan ırkçılık tabiatında başka kavimlerin düşmanlığından beslendiği için fert planında nefislere ve enaniyetlere bir külliyet kazandırırken toplumlar arası planda da hep çatışma ve savaşları doğurmuştur. Nefsi, enaniyeti havalandırıp kibrin zirvesine çıkaran bu merdut kavmiyetçilik yerine insanların diline ve kavmine bakmadan onları kardeş kılan iman ve İslam insanda fedakarlık, yardımseverlik ve muhabbeti inkişaf ettirip insanı insan etmiştir. Biat-ı Rıdvan olayında görüyoruz ki  fert topluma bağlı ve sorumlu olduğu kadar aynı şekilde topyekün toplumun tamamı ferdin hayatı ve hakları noktasında aynı şekilde sorumludur. Bunu da ilk İslam toplumunda ve devletinde “BİAT-I RIDVAN” ile görüyoruz.

     Hudeybiye Antlaşması öncesinde Resulullah Efendimiz ve ashabı yol silahı olan kılıç haricinde silahsız olarak umre için Mekke’ye yaklaştıklarında Mekkeli müşrikler müslümanların Mescid-i Harama girmelerine izin vermediler. Peygamber efendimiz de gerekli görüşmeleri yapmak için Hz. Osman’ı elçi olarak Mekke’ye gönderdi. Hz. Osman’ın dönüşünden evvel şehadet haberi Resulullah Efendimize ulaşınca "Madem böyle, bu kavimle çarpışmadıkça, buradan kesinlikle ayrılmayacağız" diye buyurdu. Daha sonra Rıdvan Ağacı olarak adlandırılacak olan Semüre veya Sidre ağacı altında durdu. Müslümanlar da teker teker, çarpışmaktan yüz çevirmeyeceklerine, Allah ve Resûlü yolunda canlarını fedâ edinceye kadar savaşacaklarına dair biât ettiler. Cenâb-ı Hak, bu biâtta bulunan Müslümanlardan razı ve memnun olduğunu Kur'ânı Kerimde şöyle beyân eder:

      "And olsun ki, o ağacın altında sana bîat eden mü'minlerden Allah râzı oldu. Kalblerinde olanı bildiği için Allah onların üzerine sükûnet ve emniyet indirdi ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırdı. Elde edecekleri pek çok ganimetleri de onlara nasip etti. Çünkü Allah'ın kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır." Fetih Suresi 18-19

      Bu sebeple bu toplu bîata "Rıdvan Bîatı" adı verildi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de  "Ağaç altında gerçekten bîat edenlerden hiç biri Cehenneme girmeyecektir" (Müsned 3:350) buyurarak bu bîatta bulunan Müslümanların faziletini açıkça beyan etmişlerdir. Bîat haberi Kureyş müşrikleri tarafından duyulunca bu biatın kalplerine saldıkları korku ile üç gün yanlarında alıkoydukları Hz. Osman'ı hemen serbest bıraktılar.

    

Şayet Hz. Osman sağsalim dönmemiş olsaydı yaklaşık binbeşyüz müslüman Resul-i Ekrem aleyhisselatu vesselam Efendimiz ile beraber bir tek fert için, bir tek kardeşleri için topluca kendilerini feda edecektiler. İşte gerek harpte gerek sulhta müslümanlar arasında iki yönlü yani hem ferdin kendini ait olduğu topluma feda edişini hem de toplumun kendini bir ferdine nasıl feda edişini, “BİAT”ın fert ile toplum arasında nasıl iman kardeşliğini şahikaya çıkardığını görüyoruz. Fert ile toplum arasında bu muazzam bağı “biat” amelinden başka ne oluşturabilir.

       İşte aziz okuyucu bu en mühim farzın terki ile İslam toplumları arasında ittihat ve vahdet noktasının nasıl darmadağın olduğunu iyice gör. İman kardeşliği yerine Türk, Arap, Kürt vs gibi daha onlarca müslüman kavmin neden bir birine ayrı ve düşman düşürülmelerinin sebebini böylece iyi anla.
YORUM EKLE

banner309

banner225

banner209